Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.”[4] şiirinde ifâdesini bulan serdengeçti rûhu ve kahramanlık duygularıyla temâyüz eden, çok sevdiği Gâlip Erdem Âğabeyin; “Bir kişiye sağlığında kolay kolay ‘ülkücü’ denmez. Hayat çizgisini değiştirmeden, ideallerinden tâviz vermeden terk-i diyâr edip Rahmet-i Rahmân’a kavuşursa işte o zaman ‘O bir ülkücüydü’ denir”[5] tanımına tamı tamına uyan örnek bir ülkücüydü… O; gençlik yıllarından îtibâren mücâdele içinde geçen 64 yıllık hayâtını Hakk’a, bayrak aşkına ve Türk milletine adamış, Allah (c.c.) hatırından üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımamış, her zaman ve her şartta yüreği insan ve millet sevgisinin harman yeri olmuş, hayatı boyunca haysiyetli fikir çizgisini korumuş, siyâsî ve ticârî hayatında pek çok sıkıntılar çekmesine rağmen çevresine hep güler yüzünü göstermiş, fedâkâr, vefâkar ve cefâkâr bir karakter âbidesiydi. O; hayatı boyunca hem alp, hem de eren olarak yaşamış, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında olduğu gibi 15 Temmuz’da da alperen olmanın gereğini yerine getirmişti. Çünkü o; “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun”[6] diyen ülkücülerdendi. O; “Rahmetli Muhsin Başkan’ın; Bir daha darbe olursa, kim yaparsa yapsın karşı çıkacağız. Milletine namlusunu çevirmiş tanka selâm durmam, üzerine çıkarım’” sözünü ilke edinenlerdendi... O, -pek çok ülkücü gibi-15 Temmuz 2016’nn gizli kahramanlarındandı… 15 Temmuz gecesi, abdest alarak ve hâne halkıyla helâlleşerek evden çıkmış, Etlik’ten Sıhhiye’ye gelmiş, Kızılay Meydanı’nda toplanan 200-300 kişilik grubu Genelkurmay’a doğru yürütmeye başlamış, FETÖ’cü hâinlerin helikopter ve savaş uçaklarından sıktığı kurşunlara göğsünü gererek meydan okumuştu. Erol Dok; bu yaşanan darbe teşebbüsünün gidişâtı hakkında, yanında bulunan ve Başbakanlık müşâviri olan kardeşi Birol Dok’un çeşitli yerlerle yaptığı telefonla görüşmelerinden bilgiler almıştı. Bu sırda Güvenlik İşlerinden Sorumlu Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Özer Kontoğlu Birol Dok’u arayarak; “Birol; durum çok tehlikeli bir mecrâda, Türkiye bıçak sırtında… Hulûsi Paşa Genelkurmay’da rehin alınmış durumda… Âcilen Genelkurmay binâsına girmek için bir şeyler yapın… Genelkurmay’ı hâinlere bırakmamak için siz orada bulunanlara, ucunda şehâdet bulunan çok önemli bir vatan görevi düşüyor, elinizden geleni yapın…” diyerek Genelkurmay’a girilmesi tâlimâtını vermiş, o gece hâin darbenin önlenmesinde çok hayâtî bir iş yapmıştı. Bunun üzerine Birol Dok da “Âbi; Genelkurmay’a girmemiz gerekiyor, durum kritikmiş, Hulûsi Paşa içerde rehin alınmış!..” deyince Erol Dok; lider karakterli yapısından ve teşkilatçılık tecrübesinden gelen kitleleri yönetme kabiliyetini devreye sokmuş, Genelkurmay Kavşağı’nda biriken sayıları 500’ü aşan kalabalığı organize ederek İstiklâl Marşı’mızı okutmuş, oluşan o heyecan dalgasının ardından elindeki Türk bayrağıyla topluluğa liderlik yapmış ve kitleyi Genelkurmay Binâsı’nın önüne getirmişti… O; liderlik ettiği toplulukla Genelkurmay’ın önündeki o görkemli demir korkulukları gece saat 02.10’da sallayıp sarsmaya başlamış ve on dakika içinde demir korkuluklar geriye doğru yıkılmış ve bahçeye en önde girmiş; Prof. Dr. Emrah Şenel, Birol Dok, Dr. Vefa Aloğlu ve Mustafa İlker Kılıç’la berâber; Oğuz Han nesli olan ve “titreyip kendine gelen” millet ve devlet sevdâlısı topluluğu harekete geçirip; “Yâ Allah!.. Bismillâh!.. Allâhuekber!..” nidâlarıyla Türklüğün son kalesini canı pahasına savunmuşlar ve hâinlerin ateş etmesine aldırmadan Genelkurmay’ın kapısını sarmışlardı. Bunlar yaşanırken Genelkurmay’ın önünde şehâdet şerbetini içenler ve yaralananlar olmuştu… Erol Dok; Dr. Emrah Şenel’e yardım ederek yaralı gâzîlere ilk müdâhalede bulunmuş, onların yaralarına Türk Bayrağıyla tampon yapmış ve o gece hâinlere karşı direnişin destanını yazan isimsiz kahramanları olarak; vatana, bayrağa ve istiklâle Türk’ün aziz ve asil evlâtlarıyla birlikte sâhip çıkmıştı. O gece bir ara; kulakları sağır eden F-16’ların alçaktan uçuşu, helikopterlerle FETÖ’cü hâinlerin devamlı sorti yaparak Genelkurmay önündeki kalabalığı taraması sırasında oluşan kargaşa, hengâme kaçışma ve kaos sebebiyle Dr. Emrah, Birol Dok ve Dr. Vefâ ile irtibatı kopmuştu. Onları kaybedip etrafta göremeyen Erol Dok; “Yâ Rab!.. Birol’umu koru, bir şehit gerekiyorsa beni al… Emrah’ın, Vefâ’nın çocukları küçük, onların yerine ben varım. Ben ‘Sonsuzluğun Sâhibi’ne ulaşan Cennetteki Muhsin Başkanımın yanına ancak şehit olarak gidebilirim. O’na orada kavuşabilirim” diye duâ etmiş ve bir sohbetimizde “O gece şehit olmayı o kadar çok istemiştim ki!..” demişti. Yukarıda özetlediğimiz hâdiseler, Erol Kardeşimizin “Bir Daha Yaşanmaması Gereken Günler” kitabında alıntılardır. O; 15 Temmuz gecesini anlattığı kitabına, şehit ve gâzîlerin kanıyla bulanmış Ay Yıldızlı bayrağımızın fotoğrafını koymuş ve; “Elimizdeki bayrak, yaralı ve şehitlere tampon yapmakta kullanılmış kanlı bayraktır. Şehit kanı bir kez daha bayrağı bayrak yapmıştır. O gece çevrede, Genelkurmay kavşağında vatan için, millet için 72 şehit, 253 yaralı, gâzî verilmiştir.” diyerek tarihe çok önemli bir not düşmüştü. Zaten o; din, vatan, millet ve bayrak sevdâlısı yılmaz bir ülkücü, ölümün üzerine yürüyen serdengeçti bir alperendi. O; Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in Uhud Savaşı’nda Ebû Dücâne(r.a.)’ye verdiği kılıcın üstünde yazılı olan; “Korkaklıkta ar ve zillet, ileri gitmekte şeref ve izzet var. Hâlbuki kişi korkaklıkla kaderinden kaçamaz.”[1] sözünü bir hayat düsturu hâline getiren ve; “İnsan büyür beşikte Mezarda yatmak için. Kahramanlar can verir Yurdu yaşatmak için”[2] diyenlerdendi. O; İslâm’ın ilk emri olan “İkra’”[3]* hitâbını hayatına âmir kılan, okumayı çok seven, bizim câmiâdan yayınlanan her kitabı mutlaka okumaya çalışan, problemli konularda orijinal teklifler ve farklı çözüm yolları ortaya koyan, ince zekâ ürünü esprileriyle, akıl ve muhakeme yüklü değerlendirmeleriyle hatırlanan, ülkücülüğe dâir hayâl ötesi hayâlleri, “Üç bin yıl sonra doğacak torununa”[4] emânet edeceği ideâlleri, Karadenizli fıtratından neşet eden üst perdeden heyecanları ve medd ü cezirleri bulunan, hâl ve hareketlerindeki tevâzuu ve vakarıyla, sohbet ve hitabındaki samîmiyet ve asâletiyle her zaman hürmet uyandıran gerçek bir gönül eriydi. O, ülkücülüğün; bir isim, bir rozet, bir sembol ve alâlâde bir siyâsî hareket olmadığına, çok fazîletli bir sıfat, kavî bir îman, ahlâkî bir duruş, ideâlist bir tavır ve soylu bir mensûbiyet şuuru olarak idrak edilmesi gerektiğine inanan ve ülkücülüğün üst başlığının particilik olmadığını, particiliğin ülkücülüğe hükmetmesini değil, ülkücülüğün partiye yön ve şekil vermesi gerektiğine savunanlardandı. O; ülkücülüğün; ‘Her zemine uyan, her kapıyı açan, her târife sığan bir tanımlama’ olmadığını, ‘câmi ile meyhâne arasını ihâtâ eden bir yelpâze’ oluşturmadığını, “Din, dil ve tarih şuuru”na istinat eden bir “hâl” olduğunu / olması gerektiğini, millî ve mânevî ölçülerinin bulunduğunu / bulunması gerektiğini anlatanlardandı. O; ülkücülüğün merkezine inanç ve ideâlizmi, ilim ve irfânı, kültür ve medeniyeti, vakar ve fazîleti, cesâret ve aksiyonerliği koyanlardandı. O; pek çok sosyal ve siyâsî faaliyetin merkezinde bulunmasına rağmen hiçbir siyâsî makam ve mevkî talebi olmayan ve hiçbir şartta hayâllerine hazan değmeyenlerdendi. Onun cenâzesinde yakamıza taktığımız resimdeki gülen çehresi hep gözlerimin önündedir. Erol Kardeşimiz üç yıl kadar önce kalp kapağı ameliyatı olmuştu. Arada telefonla konuşur, değişmez millî sporumuz olan “vatan kurtarma ameliyesi ve ne olacak bu memleketin / ülkücülerin hâli” muhabbetini hitâma erdirince sağlık durumu hakkında da bilgi alırdım. Bir konuşmamızda; “Sağlığın nasıl?” soruma; “Doktorlar iyi olduğumu söylüyor, ben de ilaçlarımı içiyorum, pek şikâyetim yok, ancak doktorların sözüne bilmem ki güvenilir mi?” diyerek soruya soruyla karşılık vermişti. Fakir de; “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe değil, ömrü yettiği mühletçe yaşar. Ecel gelmeden hiç kimseye bir şey olmaz, ölünceye kadar hiç birimizin hayat çiçeği solmaz!” cevâbını verince, bir kahkaha atmış ve; “Bu bir doktor cevâbı değil, bir şâir hekim yorumu!” demiş ve gülüşmüştük… O; fakirin kaleme aldığı ve sosyal medyada her 12 Eylül’de pek çok sitede iktibas edilen “Eylül’ün Kırdığı Güller” yazısına geçen yıl gönderdiği Watsapp mesajında da şunları yazmıştı: “Gene Eylül, gene hüzün. Kutlu bir dâvânın fedâkâr gençliğinin özeti bu ay. Kuşağımız gençliğinden bir kısmımız kahpe kurşunlarla, kimimiz de boynumuza takılan iple şehâdete erdi. Bizim neslin yaşayanları sizlere göre çok uzun yaşadı, artık yaşlandı… Her gün bir bir, bâzen birden fazlası geliyoruz yanınıza. Yaşımız da geldi artık. Mücâdele bitmedi, Türk-İslâm Ülküsü gerçekleşmedi, ama ömür bitiyor. Mevlâm verilen kutsal mücadelenin ecrini gerçek âlemde bizlere verir ve ‘Onlar’la Cennette buluşuruz inşallah…” 12 Eylül’le ilgili olarak gönderdiği bir başka mesajda ise; “Biz bu memleket için hayırlı evlâtlardık. Biz inanmıştık, pişman değiliz. Hamdolsun Türk-İslâm Ülküsü’nden gurur duyduk, gurur duyuyoruz… İçerde, dışarda çile çekenler, evlâtlarını, eşlerini, gözü yaşlı bekleyenler hepinize saygılar.” demişti. Zâten o; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın, astığı bayrağın hakkını hakkıyla veren, “bu memleketin hayırlı evlâtları” olan Yusûfiyeli ülkücülere ve “içerde ve dışarıda çile çekenlere” özel bir vefâ gösteren, Türk’e sevdâlı, bozkurt edâlı, mangal yürekli bir dâvâ adamı, en zor şartlarda bile mücâdele bayrağını dalgalandıran, inanç, ideâl ve aksiyonerliğine gölge düşürmeden en ön safta yer alan yılmaz bir aksiyoner, eli kalem tutan bir münevver ve çaplı bir mefkûre insanıydı. * * * Bu hazan mevsiminde Erol Dok kardeşimiz de bizlere -Nevzat Kösoğlu Ağabeyimiz gibi- bir Ekim acısı daha yaşattı, Abdurrahim Karakoç’un bir şiirinde ifâde ettiği üzere; “Artık ne kar yağar, ne ben üşürüm, Ne de saçlarımı dağıtır rüzgâr…Sağ iken bir günde bin kez ölürdüm,
Şimdi ölüm yoktur, ölümsüzlük var…” diyerek vatan-ı aslîsine vâsıl odu ve rahmet-i Rahmân’a kavuştu… Erol Dok; Hakk’a kavuşmanın nûruyla bayram ederken, bizleri hicrân acısıyla mahzun bıraktı. O, bir daha âhirette buluşuncaya kadar hep hayır duâlarla yâd edeceğimiz bir güzel insan ve gerçek bir gönül dostuydu. Biz Erol Dok’un; îmanına, ihlâsına ve mü’min bir kul olduğuna, Hüseynî duruşuna, millî ve mânevî değerlere son nefesine kadar bağlı kaldığına, inandığı gibi yaşayıp, yaşadığı gibi Hakk’a yürüdüğüne, ideâlistliğinde ve fikir çizgisinde aslâ kırıklık olmadığına, adı gibi ER OLduğuna, soyadı gibi gönlünün DOKluğuna, vatan ve bayrak aşkına, vefâsına, mertliğine, dostluğuna, arkadaşlığına, yiğitliğine, fedâkârlığına “Kıblesi düzgün” ve istikâmet sâhibi bir mü’min olduğuna hüsn-i şehâdet ediyoruz. Şâhitliğimizi kabul eyle yâ Rabbî… Biz Müslüman bir kul olarak ondan râzıyız, duâ ve niyâzımız Yüce Rabbimizin de Erol Dok kulundan râzı olmasıdır; bu duâ ve niyâzımızı da kâbul eyle Allah’ım!.. Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!.. Î’lâ-yı Kelîmetullah için Nîzâm-ı Âlem Ülküsü’ne hayâtını adayan ve bir ömür Rızâ-i Bârî aşkıyla yanan Erol Dok kardeşimizi; Cenâb-ı Allah rahmet ve mağfiretiyle, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şefkat ve şefâtiyle perde-pûş eylesin; rûhu şâd, kabri nûr, menzili mübârek, mekânı Cennet ve makâmı âlî olsun. Yüce Rabbimiz, onun bu dünyada çektiği çileleri, işkenceleri, sıkıntıları Mahşer’de seyyiâtına keffâret kılsın… Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!.. Yüce Rabbimiz onu Firdevs-i Âlâ’da çok sevdiği Gâlip Abimizle ve Muhsin Başkanımızla buluştursun ve Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’a komşu eylesin. Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!.. Allâhu Teâlâ; Erol Dok’un muhterem anneleri Emine teyzeye, değerli eşi Halime Dok Hanımefendi’ye, sevgili evlatları Zafer Giray Dok, Büşrâ Dok Dağdelen, Asef Dağdelen, Emine Dok Okur ve Yakup Okur’a, çok kıymetli kardeşi Birol Dok’a, kız kardeşi Tülây Hanım ve eşi Cemil Tiryâkioğlu’na, bütün akrabalarına, definden sonra çok mânâlı, muhtevâlı ve Cennet muştulu bir konuşma yapan bacanağı Lokman Abbasoğlu ağabeyimize, “şeddeli ülküdaşlarına”, cümle gönül dostlarına ve câmiâmıza sabrı cemîl versin… Hepimizin ve Türk milletinin başı sağ olsun. “Güzel atlara binip giden” bu “Güzel İnsan”a Yahya Kemâl’in Vedâ Gazeli’nden bir beyitle vedâ ediyorum: “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde, Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”[1] Ve hatm-i kelâm olarak da şunları ifâde etmek istiyorum: Çok kıymetli ülküdaşım, candan azîz Erol kardeşim, Âhiret Yurdu’nda; Ruhî Kılıçkıran’dan Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na; Mustafa Pehlivanoğlu’dan Ali Bülent Orkan’a; Bekir Bağ’dan Hüseyin Kurumahmutoğlu’na; Enver Paşa’dan Osman Batur’a; Abdülhamit Süleyman Çolpan’dan Ahmet Cevat’a; Nejdet Koçak’tan Ahmet Sâdık’a; Başbuğ’dan Muhsin Başkana; Aziz Dok Amcadan Cemâl Bölücek Amcaya; Dündar Taşer’den Erol Göngör’e; Necip Fâzıl’dan Osman Yüksel Sedengeçti’ye; Seyid Ahmet Arvâsî’den Galip Edem’e; Nihal Atsız’dan, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na; Ârif Nihat Asya’dan Abdurrahim Karakoç’a; Dilâver Cebeci’den Ozan Ârif’e; Nevzat Kösoğlu’dan Emine Işınsu’ya, … kadar cümle şehitlerimize, büyüklerimize, bütün ülküdaşlarımıza selâmlarımızı söyle… Önden gidenler için hep söylediğin gibi; “İnşallah Cennet’te buluşacağız!” seninle ve cümle gönüldaşlarımızla… Ve sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar: “..Küllü nefsin zâigatül mevt..” [2] “..İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn..”[3] Hüve’l-Bâkî[4] Erol Dok kardeşimizin, cümle şühedânın, Âhiret Yurdu’na yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımızın ve geçmişlerimizin ervâhı için; El Fâtiha... Dr. Mehmet GÜNEŞ




